TÜRKİYE VE İRAN ARASINDA İMZALANAN TERCİHLİ TİCARET ANLAŞMASI

Türkiye ve İran arasında 2014 yılında imzalanan ve 04/11/2014 tarihli ve 29165 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Tercihli Ticaret Anlaşması 1 Ocak 2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve halen yürürlüktedir. Ayrıca yapılan son açıklamalar ile anlaşmanın kapsamının geliştirileceği belirtilmiştir. Genel olarak iki ülke arasındaki ticareti geliştirip kolaylaştırmayı sağlayan bu anlaşma ile Türkiye ve İran arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir.

Anlaşmaya özet bir bakış atıldığında karşımıza şu hususlar çıkmaktadır:

1- Anlaşma ile damping veya sübvansiyona karşı telafi edici önlemler alınmıştır.

2- Anlaşmanın 11. maddesi ile korunma önlemleri tasarlanmış ve bu önlemler yürürlüğe girmiştir.

3- Anlaşmanın 12. maddesi ile birlikte standartlar ve bitki sağlığı önlemleri üzerine anlaşılmıştır.

4- Anlaşmanın 14. maddesi ise ödeme güçlüğünü düzenlemiştir ve IMF anlaşmasının 8. ve 14. maddelerine atıf yapılmıştır.

5-Anlaşmanın diğer maddeleri ise genel olarak şeffaflık, güvenlik, değerler gibi hususlar üzerinde durmuştur. Öte yandan, anlaşmada sürekli olarak tarafların gizli kısıtlama veya ticaret engelleme yollarına gitmemesine vurgu yapılmıştır.

Anlaşma ekinde yer alan ürünler ve gümrüklerdeki indirimler ile ülkeler karşılıklı olarak pek çok üründe (300’ü aşkın) gümrük vergilerinde indirim yapma yoluna gitmişlerdir. Ürün yelpazesinin daha da geliştirilmesi beklenmektedir.

Almanya’da İkamet Eden Türk Vatandaşlarının ve Almanya’da İkamet Eden Yabancı Uyruklu Vatandaşların Türkiye’de Avukata Vekâlet Verme Usulü

Almanya’da yaşayan Türk vatandaşları ve yabancı uyruklu vatandaşlar, Türkiye’deki hukuki işlemleri için bir avukata vekâlet verebilirler. MÖHUK 6. maddesi ile yabancı otoritenin düzenlediği senetlerin de şeklen geçerli olduğu, ancak Türkiye’de ispat kuvveti bakımından Türk Kanunlarına tabi olduğu düzenlendiğinden, vekâlet verilmesinde Türk Hukukunda geçerli olan usul izlenmelidir. Bunun usulü yabancı uyruklular ve Türk vatandaşları için benzerlikler gösterse de, bir takım farklılıklar da bulunmaktadır. Bu halde Türkiye’de hukuki işlemleri için bir avukata yetki vermek isteyen kişiler noterden tasdikli bir vekâletname almak zorundadır.

Almanya’da ikamet eden Türk vatandaşları Türk Konsolosluğu veya notere başvurarak genel ya da özel vekâletname düzenlemelerini talep edebilir. Kişiler Almanya’da bulunan Türk Konsolosluğundan randevu almalı ve noter işlemi için T.C. Kimlik Kartı, Nüfus Cüzdanı veya pasaportu ile birlikte başvurmalıdır. Ayrıca vekâletname verilen avukatın bilgileri (Avukat Adı- Soyadı, bağlı bulunduğu baro, baro sicil numarası, T.C. Kimlik Numarası) gerekmektedir. Türk Vatandaşlığından izinli çıkanlar Mavi Kartları ile aynı şekilde konsolosluğa başvurmalıdırlar. Türkiye’de vekâletnameler, Almanya’da düzenlenen vekâletnamelere kıyasen daha detaylı olduğundan genel vekâletname hazırlatırken verilmesi gereken tüm yetkileri içerdiğine emin olunmalıdır. Vekâletname de bulunmayan yetkilere ilişkin, avukatın işlem yapması mümkün değildir.

Alman vatandaşlarının ve diğer yabancı uyruklu kişilerin ise Türkiye’de bulunan bir avukata vekâletname vermelerine ilişkin usul Türk vatandaşlarından biraz farklıdır. İlk olarak Almanya’da bulunan bir avukat veya noter tarafından Almanca olarak Türkiye’deki avukata vekâletname düzenlenmelidir. Devamında HMK’nın 244. maddesi ve Noterlik Kanununun 195. maddesi uyarınca bu vekâletnamenin Türkiye’de resmi belge olarak görülebilmesi ve ispat imkânı bulunması için apostil düzenleterek onaylanması gerekmektedir. Vekâlet veren kişi notere vekâletnamenin Türkiye’de kullanılması üzere düzenleneceğini bildirmelidir. Bunun üzerine noter yetkili mahkemeye vekâletnameye apostil şerhi verilmesi için mahkemeye başvurur. Mahkeme apostilli vekâletnameyi kişiye posta yoluyla ulaştırır. Vekâlet veren kişi Türk Konsolosluğundan randevu almalıdır. Burada vekâletname yeminli tercüman tarafından tercüme edilir ve noter tarafından onaylatılır. Türk Konsolosluğu’nca tercüme ettirilmesi için kimlik kartı veya pasaport, vekil tayin edilecek avukatın bilgileri (avukat adı- soyadı, bağlı bulunduğu baro, baro sicil numarası ve T.C. Kimlik Numarası) gerekmektedir.

Diğer yandan tapu, boşanma, taşıt satın alma ile ilgili vekâletnameler özel vekâletnameler arasına girmektedir. Özel vekâletnameler için, son 6 ayda çekilmiş olan iki adet vesikalık fotoğraf gerekmektedir. Genel vekâletnamelerde olduğu gibi; özel vekâletnamelerde de avukata hangi yetkilerin verildiği detaylıca belirtilmiş olmalıdır.

Öğrenci Stajyer Şüheda SERİN

DÜRÜSTLÜK KURALI VE HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI

TMK. MADDE 2

“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.

Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.”

Bir hak, ancak hukuk düzeninin izin verdiği sınırlar içinde kullanılır. Kişinin bir hakkından veya kendine tanınan bir yetkiden hukuk düzeninin temel ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde yararlanması, hakkın kötüye kullanılması kavramını tanımlar.

Bir hakkın kötüye kullanıldığının kabulü için, kötüye kullananın zarar verme kastı ile hareket etmesi ve kusurlu olması şart değildir; hakkın amacı dışında kullanılmış olması yeterlidir. Hangi durumlarda hakkın kötüye kullanıldığının tespiti için her somut olayın kendi içinde ve özelinde değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. Zira TMK. Madde 2 hükmü diğer başlangıç hükümleri gibi çatı bir hüküm olduğundan her hak için genel nitelikte bir sınırlama getirmiştir, dolayısıyla her somut olaydaki uyuşmazlık özelinde çözüm getiren bir kural olduğu belirtilmelidir. Bununla birlikte, bu madde, genel hukuk kurallarını yürürlükten kaldırmaz; eğer bir uyuşmazlığa uygulanması gereken özel bir hüküm varsa öncelikle ilgili hüküm uygulanmalıdır zira aksi bir uygulama hukuki güvenliği ortadan kaldırabilir ve hâkimin keyfi kararlar vermesine yol açabilir. Hakkın kötüye kullanılması yasağı son çare olarak uygulanması gereken kapsamlı ve genel bir kuraldır.

TMK 2. Madde hükmü önce hakların dürüstlük kuralları içinde uygulanması gerektiğini belirtmiş, ardından bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağını hüküm altına almıştır. Dürüstlük kuralı, kişilerin, haklarını kullanırken ya da  borçlarını yerine  getirirken dürüst, namuslu, makul  ve  yaptığı  eylemin  sonucunu  bilebilen orta  zekalı  bir kişinin benzer olaylardaki  davranışı  gibi  hareket  etmelerini  sağlama amacındadır. Hükmün gerek sıralamasına gerekse içeriğe bakıldığında anlaşılması gereken şudur ki bir hak dürüstlük kurallarına aykırı kullanılırsa, yaptırım olarak açıkça kötüye kullanmanın varlığı kabul edilecek ve o hak hukuken korunmayacaktır. Bu anlamda dürüstlük kuralı ile hakkın kötüye kullanılması yasağı birbiriyle son derece bağlantılı kurumlardır. Zira dürüstlük kuralı, hakların sınırını belirleyerek hakkın kötüye kullanımının nerede başlayacağını gösteren genel bir ölçüttür. 

Dürüstlük kuralı ile hakkın kötüye kullanılması arasında doğal bir bağ olsa da ayrıldığı noktalar vardır. Dürüstlük kuralı yalnızca hakların kullanılmasında değil, borçların ifasında da uyulması gereken, hukuki işlemler ile kanunların tamamlanmasında da kullanılan bir kuraldır, hakkın kötüye kullanılması ise sadece hakların kullanılması açısından uygulama alanı bulur.

Hakkın kötüye kullanılmasının mevcudiyetinden bahsedilebilmesi için bir takım unsurların birlikte olması gerekir. Öncelikle kişiye hukuk tarafından tanınan bir hakkın varlığı gerekir, bir kimsenin hukuken sahip olmadığı bir hakkı varmış gibi kullanması hakkın kötüye kullanılması kapsamında değil, haksız fiil kapsamında değerlendirilecektir. Aynı zamanda hukuken tanınan bu hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması ve hakkın kötüye kullanılmasından başkalarının zarar görmüş veya zarar görme tehlikesi ile karşılaşmış olması da gerekir.

Hakkın kötüye kullanılmasına ilişkin yargı kararları:

 Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/11-333 K. 2010/406 sayılı kararına göre;

“Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.”

              Yargıtay Hukuk Genel Kurulu`nun 6 Haziran 1979 gün 14/190-799 sayılı kararı ile Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi Kararlarına göre;

“… Bir sözleşmenin taraflarından birinin o sözleşmenin ifa olunacağı hususunda o güne kadar süre gelen davranışları ile karşı tarafa tam bir güvence vermiş ve karşı taraf da sözleşmenin yerine getirileceği inancına iyi niyetle bağlanarak kendisine düşen edimleri yerine getirmiş ise, artık sözleşmenin şekil yönünden geçersizliğini ileri sürmek hakkın kötüye kullanılması niteliğini taşır ve bu husus yasal himayeden yoksun kalır. Bu durumlarda sözleşmenin geçersizliğine dayanılarak akdin icrasından kaçınılamaz… olayın özelliğine göre cebri tescil davası kabul edilmelidir…”

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E. 1997/6603 K. 1997/8864 sayılı kararına göre:

. “Bir akdin müzakeresi taraflar arasında bir hukuksal ilişki kurar ve sözleşmenin müzakeresine girişen taraflar bu ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranmakla yükümlüdürler ( MK. mad. 2 ). Bu yükümlülük, sözleşmenin yapılması hususunda ciddi bir niyetle müzakereye katılmayı gerekli kılar. Örneğin, uyuşmazlık konusu olayda olduğu gibi kira sözleşmesini kurmamaya kararlı olmak üzere müzakereye girişen ve teklifte ( öneride ) bulunan davalı A…’nın eylemi dürüstlük kuralına aykırı davranış olarak nitelendirilmelidir.”

Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E. 2021/1923 K. 2021/3835

“Bir kamu kurumu olan davalı belediyenin; davacının da aralarında bulunduğu gecekondu sahiplerine, kamulaştırmadan sonra arsa tahsis edileceği yönünde güven aşılamak suretiyle, tahsis edilecek arsalar karşılığında para topladığı sabittir. Davalının kamuya sunduğu bu nitelikteki bir işlemde, devletin güvenilir olması asıldır. Arsa tahsisi yapılacağı ilanına güvenerek belediyeye para yatıran davacı, belediye ile olan bu ilişkide edimini yerine getirmiş, davalı ise getirmemiştir. İfa, davalının kusuru ile imkansız hale gelmiştir. Davalının tahsisin yapılmadığını ileri sürmesi TMK. 2.maddeye göre hakkın kötüye kullanılmasıdır. Davalı kurum, davacının zararını gidermelidir. Tazminat miktarı belirlenirken, davacının gerçek zararı esas alınmalıdır.”

STJ. AV. NİLSU ŞAHİN

Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararının Hohfeld Usulü Analizi

Newcomb Hohfeld, 20.yy’da yaşayan ABD’li bir hukukçudur. Genç yaşta yaşama veda eden Hohfeld’in bu sebeple az sayıda çalışması vardır. Ancak geliştirdiği ve kendi adıyla anılan analiz yöntemi ile oldukça önemli bir çalışmaya imza atmıştır. Hohfeld Usulü Analiz, özellikle özel hukukta 20.yy’ın en önemli çalışmalarından birisidir ve üzerine çokça tartışmalar yapılmıştır. Hohfeld, bu analiz yöntemi ile hukuk uygulayıcılarının keyfî karar vermesinin önüne geçmek istemiş ve “hakların” yarışması noktasında bilinçli tercih yapılabilmesini hedeflemiştir. Özellikle özel hukukta, bu analiz pek çok karmaşık meseleyi oldukça iyi çözümleyebilmiştir.

Öte yandan bu analiz metodu, kamu hukukunda uygulanmamış ve bu noktada çalışmalar yoğunlaşmamıştır. Bunun sebebi Hohfeld’in analizinde kullandığı kavramların bireyler arasındaki ilişkilere yönelik olduğu savıdır. A. Thomas O’Rourke ise “Hukuk Biliminde Kuşkudan Kurtulmak: Anayasa Hukukunun Hohfeld Usulü Analizi” başlıklı makalesinde Hohfeld’in analizini anayasa hukukuna tatbik etmiştir. Makalede O’Rourke, bu uygulamanın anayasa mahkemelerinde verilen kararlar için de önemli olacağını ve bu analiz ile haklar arasında yapılacak tercihlerin bilinçli olacağını vurgulamıştır. Bu gerçekten önemlidir. Çünkü anayasa yargısında hakların yorumlanması ve ilkeler arasındaki tercihler daha belirgindir.  Bu analiz yönteminin uygulanması ile dava konuları ve temellendirmeler daha da rahat çözümlenebilir. Bu yazıda da Hohfeld Usulü Analiz, özetle anlatılacak ve ardından yazarı O’Rourke olan adı geçen makaleden faydalanılarak Anayasa Mahkemesinin “Wikipedia Kararı” analiz edilmeye çalışılacaktır.

İlk olarak Hohfeld Usulü Analizi anlayalım:

Hohfeld, kendi analiz yöntemini ortaya koymadan evvel hak kavramı üzerinde durmuş ve tanımı oldukça zor olan bu kavramın tanımından ziyade bu kavramın kararlardaki kullanımını kolaylaştırmayı hedeflemiştir. Hohfeld, 10 kavramı kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. İlk olarak “borç-serbestlik, alacak-alacaksızlık” kavramlarını kullanmıştır. İkinci olarak ise “yetki-yetkisizlik, tabiiyet-bağışıklık” kavramlarını kullanmıştır. Bu kavramlar arasındaki ilişkiyi ise “bağlılaşıklık” ve “karşıtlık” ile açıklamıştır. Hohfeld’in ortaya koyduğu bu 8 kavram arasındaki ilişki ise şöyledir: Borç ve serbestlik kavramları birbirlerinin karşıtlarıdır. Borç ve alacak kavramları ise birbiriyle bağlılaşıktır. (Yani borç hukuki olarak bir başka sonuç daha doğurur; bu da alacaktır.) Yine serbestlik-alacaksızlık ile bağlaşıkken borç ile karşıt bir ilişki doğurur. Öte yandan yetki ile tabiiyet kavramları bağlılaşıktır. Yetki ile yetkisizlik arasında karşıt bir ilişki vardır. Tabiiyet ile bağışık olma arasında da karşıt bir ilişki vardır.

Bu kavramları daha da netleştirebilmek açısından, ×=karşıtlık; 《》= bağlılaşık sembollerini kullanalım ve bu 8 kavramı örnekleyelim:

Borç《》AlacakBorç × SerbestlikSerbestlik 《》 AlacaksızlıkAlacak × Alacaksızlık

Yetki《》 TabiiyetYetki × YetkisizlikYetkisizlik 《》 BağışıklıkTabiiyet × Bağışıklık

Hohfeld, bu 8 kavramın  “hukukun en küçük ortak paydası” olduğunu ifade etmiştir. Bütün bu kavramları netleştirebilmek ve uygulama noktasında daha net anlaşılabilmesini sağlayabilmek için şimdi de uygulamadaki halini örneklendirelim:

Örneğin A ile B arasında bir borç ilişkisi olsun. A B’ye bir ürün satmış olsun. Burada B ile A arasındaki hukuki ilişkiye baktığımızda, B borçlu, A alacaklıdır. Burada bu sözleşmeyi yapmaya A ve B yetkilidir. B bu sözleşme ile tabiiyet ilişkisi içerisindedir. Bu çözümleme yapıldığında örneğin B borçlu olmadığı iddiasında bulunup borcunu vermezse,  B’nin hukuki ilişkisinin serbestlikle veya alacaksızlık ile bağlılaşık olup olmadığına bakılır ve hızlıca sonuca ulaşılabilir. Eğer B serbestlik içerisinde olsaydı veya A alacaksızlık ile bağlılaşık olsaydı A,  B’nin ödeme yapmadığından dolayı şikâyetinde haklı olamayacaktı. (Çünkü aralarında serbestliğe ve alacaksızlığa dayalı bir hukuki ilişki varlığı olmuş olacaktı.) Veya taraflardan birisi, bu sözleşmenin yapılamaz olduğunu iddia ettiğinde, bu sözleşmede yetki-yetkisizlik veya tabiiyet-bağışıklık ilişkisinin bağlılaşıklık veya karşıtlık durumuna bakılarak karara daha güvenilir şekilde ulaşılabilirdi. Çünkü yetki (yetkinin varlığı tabiiyeti de doğurmaktadır) veya yetkisizlik durumu belirlendiği için kolaylıkla dava çözülebilirdi.

Burada Hohfeld Usulü Analizin başlangıçta biraz karmaşık gelebileceğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Ancak bir hukuki ilişkinin taraflar arasındaki mahiyetini çözümleme noktasında oldukça etkili olduğu da kuşkusuzdur.

Kısaca Hohfeld Usulü Analizi özetledikten sonra şimdi de Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararına uygulama aşamasına geçelim:

Hohfeld Usulü Analizi, Anayasa Mahkemesi Wikidepedia Kararına uygulama noktasında ise karşımıza özel hukuk ilişkisi olmayan ve hakların her zaman bireysel değil zaman zaman kollektif ilkelere göre belirlenmiş olması veya hakların kurallar ile çatışıyor olması bu analiz yöntemini kullanmayı zorlaştırmaktadır. Ayrıca anayasa yargısında ve anayasal hakların uygulanmasında içtihad ve yorumlamanın ölçüsü düşünüldüğünde bu durum daha da zorlaşacaktır. Ancak tam da bu sebeplerle, anayasal hakların keyfî yorumlanmasının ve kuralların geniş yorumlanmasının önüne geçilebilmesi için ve özgürlükçü-güvenlikçi yaklaşımlar arasında yapılan tercihlerin bilinçli olabilmesi için Hohfeld Usulü Analiz işe yarayabilir.  Bu sebeplerle O’Rourke, bu analiz yöntemini Hart’ın teorisiyle birlikte (yazar Hart’ın teorisine katılmak zorunda olmadığını makalesinde belirtmiştir) anayasa hukukuna uygulamıştır.

Şimdi de biz, bu analizi Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararına uygulamaya çalışacağız:

Anayasa Mahkemesinin Wikipedia kararında vurgulanan hususlar ifade özgürlüğü hakkı, kamu güvenliğiyle ve kamu düzeniyle ilgili kuralların yorumlanmasıdır. Bilindiği üzere Wikipedia’nın, Türkiye’nin “Suriye’de terör örgütlerine yardım ettiği” şeklindeki maddeleri, kamu güvenliğine tehdit addedilmiş ve sadece ilgili maddelerin erişime engellenmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle Wikipedia’nın tamamına erişim engeli getirilmiştir. Wikipedia ise savunmasında maddelerin subjektif olabildiğini, söz konusu maddeye kaynak gösterilen ulusal ve uluslararası haberlerin erişime açık olduğunu, maddelerin değişebildiğini iddia etmiştir. Ayrıca zaman içerisinde bu maddenin değiştirildiği de ifade edilmiştir. Yani kararın dayanağının kalmadığı vurgulanmıştır. Bütün bu hususlar eşliğinde Anayasa Mahkemesi Wikipedia adlı internet ansiklopedisinin erişime açılması gerektiği kararını vermiştir. Anayasa Mahkemesi, kararında ifade özgürlüğü vurgusunu yapmış ve “kamu güvenliğine tehdit” suçlaması yapılırken daha dikkatli davranmak gerektiği mesajını vermiştir. Hiç şüphesiz, yerel mahkemenin kararının geç de olsa düzeltilmiş olması oldukça önemlidir. Bu tip yasakların aslında ülkemizdeki özgürlüklere darbe vurmak ve ülkemizin imajını çizmek dışında hiçbir işe yaramadığı açıktır. Nitekim kapanan Wikipedia adlı siteye erişim, URL adresinin başına 0 (sıfır) koymak suretiyle alternatifinin (Wikizero) yaratılmasıyla, kısa sürede mümkün hale gelmiştir. Yani yasak, etkili olamamış sadece siteye erişimi az da olsa zorlaştırmıştır.

Bu bilgiler ışığında yazımızın konusuna dönelim ve Hohfeld Usulü Analizi bu karara uygulayalım:

Öncelikle ifade etmek gerekir ki yerel mahkemenin kararı sınırlayıcı bir karardır. Wikipedia adlı sitenin böyle bir yayın yapmaya yetkisizliğini vurgular. Anayasa Mahkemesi’nin kararı ise bir serbestlik kararıdır ve yetkilendiren bir karardır.  Öte yandan Wikipedia Türkiye’de yayın yaparak Türkiye’nin kamu güvenliğine uygun hareket etmek durumundadır. Bu bir kuraldır. Bunun denetlemesi Türkiye Cumhuriyeti devletinin “yetkisindedir”.  Wikipedia Türkiye’de yayın yaparak bu ilişki ile bağlılaşıktır. Yani Türkiye’nin denetim “yetkisi” vardır. Wikipedia’nın ise “tabiiyeti” söz konusudur.

Diğer bir husus ise Wikipedia’nın bir anayasal hak olan ifade özgürlüğünden dilediği gibi yararlanabilmesidir. Burada bir “anayasal hak” vardır. Bu noktada denetim organlarının bunu engelleme noktasında bir “yetkisizliği” söz konusudur ve Wikipedia’nın bu hususla ilgili bir “bağışıklığı” vardır. Hohfeld Usulü Analiz ile bu meseleye bakıldığında bu davada bir “kural” ile bir “anayasal hakkın” yarıştırılması söz konudur. Bu açıdan bakıldığında aslında karar vermek çok daha kolaydır, çünkü Prof. Matthew Adler’in şu ifadeleri oldukça önemlidir:

“Anayasal haklar, kurallar karşısında sahip olunan haklardır. Anayasal hak, hak sahibini belli bir kuraldan (yanlış öngörüyle ya da geçmişle kaleme alınmış bir kuraldan) korur, hak sahibinin davranışını ve o davranışı kapsayan kuralların hepsine karşı korumaz.” 

Bu nosyonla ve istidat ile davaya bakıldığında, ifade özgürlüğü gibi önemli bir anayasal hakkın, kamu güvenliğinin ve düzeninin sağlanması yönündeki kurallar karşısında koruyucu ve daraltıcı bir işlevinin olduğu açıktır. Bu şekilde bakıldığında Anayasa Mahkemesinin kararının ne kadar isabetli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Görüldüğü üzere Hohfeld Usulü Analiz ile burada aslında iki hakkın yarışmadığı kolayca ortaya konmuştur.

Hohfeld Usulü Analiz aslında kamu hukuku davalarında, hakların ve kuralların çeşitliliğinden ötürü daha zor uygulansa da zamanla geliştirilebilir. Özellikle idare hukuku davalarında uygulandığında “borç, serbestlik alacak, alacaksızlık (Hohfeld’in kendisinin ortaya attığı bir kavramdır) gibi kavramlar eşliğinde olaylar çok daha net çözülecek ve daha isabetli karar alınabilecektir. Bu sebeplerle, Hohfeld Usulü Analiz yöntemini ülkemizde ele alıp çalışabildiğimizde hem hukuk alanına önemli bir katkı sağlamış oluruz hem de ülkemizdeki kararların isabeti noktasında önemli mesafe alabiliriz.

HALDUN BARIŞ

Kaynaklar

  1. Allen Thomas O’Rourke, “Hukuk Biliminde Kuşkudan Kurtulmak: Anayasa Hukukunun Hohfeld Usulü Analizi”, Çeviren: Burçin Aydoğdu, Hukuk Kuramı, C. 2, S. 3, Mayıs – Haziran 2015, ss. 45-66, (https://www.hukukkurami.net/editor/Sayi_9/09_05_orourke.pdf ).
  2. Anayasa Mahkemesi Wikipedia Kararı, Resmi Gazete, Sayı: 31009, 15 Ocak 2020, (https://www.anayasa.gov.tr/media/6426/2017-22355.pdf ).

BİLGİ NOTU: ALMAN BORÇLAR KANUNU (BGB) MADDE 311

§ 311 I BGB:

Kanunda aksi bir düzenleme bulunmadıkça hukuki ilişkiden doğan edimlerin ifasını isteyebilmek veya hukuki ilişkinin içeriğini değiştirebilmek için taraflar arasında sözleşme gerekir.

Ayrıca Alman yargı kararlarında ve doktrininde kabul edilen sözleşmenin temel koşullarından bazıları ise şunlardır:

  1. Sözleşme tarafların belirli olması
  2. Sözleşme konusu
  3. Sözleşme fiyatı/miktarı

Bu bilgi notu Almanya’da Univerität Bielefeld’de hukuk eğitimi almakta olan stajyerimiz Şüheda SERİN tarafından hazırlanmıştır.

SON GÜNLERDE GÖRÜLEN YANGINLAR VE İDARENİN SORUMLULUĞU

Malum olduğu üzere, ülkemiz zor günlerden geçiyor. Depremler, pandemi, yangınlar, sel ve heyelanlar gibi bir sürü afetle karşı karşıya kaldık. Bu zor günlerin bir an evvel geride kalması ise en büyük temennimiz. Devletimiz, bu noktada vatandaşının yanında durmaya çalışıyor. Yaraların büyümemesi ve açılan yaraların tedavi edilmesi ise vatandaşın devletten en büyük beklentisi…

Öte yandan yangınlardan kaynaklı olarak ortaya çıkan ciddi zararların nasıl giderileceği konusu da bir yandan tartışılmaya başlandı. Bu noktada ifade etmemiz gerekir ki, yangınlarda ortaya çıkan zararlardan ötürü vatandaşlarımız idarenin sorumluluğuna giderek haklarını aramalıdırlar.

Bununla ilgili olarak vatandaşların acil bir biçimde maddi zararlardan ötürü tespit yaptırması önemli olacaktır. Diğer yandan, idarenin sorumluluğu ile ilgili olarak aşağıdaki noktalara temas etmek gerekmektedir:

            Yangınlar eğer doğal nedenlerden kaynaklıysa, bu durumda, devletin yangınlarla ilgili gereken denetim ve önlem alma yükümlülüğü söz konusudur ki bundan kaynaklı olarak bir eksiklik varsa hizmet/kusur sorumluluğuna gidilebilir. Eğer hizmetten kaynaklı bir kusur yok ise hukukumuzda tanımlanan bir diğer sorumluluk çeşidi olan “kusursuz sorumluluk” da yangınlar noktasında tartışılmalıdır. 

Bu noktada, idarenin klasik savunması olacak olan mücbir sebeple ile ilgili olarak,  yangının mücbir sebep kabul edilmemesi gerektiğini de belirtmemiz gerekir. (Aynı şekilde deprem noktasında da Danıştay depremi uzun yıllar mücbir sebep olarak görse de içtihat değiştirmiş ve depremin mücbir sebep olarak görülemeyeceğini belirtmiştir.)

            Eğer yangınlar başkaca nedenlerden ötürüyse, (sabotaj, terör vs. gibi nedenlerden kaynaklı ise) bu durumda “sosyal risk teorisinden” kaynaklı olarak vatandaşların tazminat hakkı söz konusu olacaktır. 

Aşağıdaki yüksek yargı kararları da konuyu özetlemektedir:

“Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetimi esastır. Bu nedenle olayın oluşumu ve zararın niteliği dikkate alınarak, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp, uygulanmayacağının incelenmesi, tazminata hükmedilirken de herhalde sorumluluk sebebinin açıkça belirtilmesi gerekmektedir”. D.10.D., Karar Tarihi: 20.10.1999, E. 1997/721, K. 1999/5266

 “İdare kural olarak yürüttüğü kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlü olup; idari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.” D.10.D., Karar Tarihi: 25.02.2003, E. 2001/4795, K. 2003/696.

                                    Yangınlarda zarar gören vatandaşların zararlarının tazmini noktasında, gereken tespitler ve diğer hukuki işlemler için profesyonel bir hukukçudan destek alarak haklarını aramaları önem arz etmektedir. Bu noktada vatandaşlarımızın hak kaybına uğramamalarına adına bu durum oldukça önemlidir.

Hepimize geçmiş olsun…

                                                                                                           STJ. AV.   HALDUN BARIŞ

İşadamı Kararı İlkesi

Ticarî hayatta kazanç, alınan risklerle oldukça ilişkilidir. Alınan riskler kimi zaman kazanç getirebileceği gibi kimi zaman da ciddi kayıplara yol açabilmektedir. Bu noktada yatırımcılar, kayıplarının giderilebilmesi için çeşitli yollar aramaktadır. Bu yollardan birisi de  işadamlarının aldıkları kararlardan ötürü sorumluluğunun doğduğu gerekçesiyle yargı yoluna başvurmaktır.

Öte yandan ticari hayatın devamı ve gelişebilmesi için ticari hayatta yöneticilerin/yönetim kurullarının kararlarını şirketin çıkarları doğrultusunda “rahatça” alabilmesi gereklidir. Bu nedenlerle de gerekli özenin gösterildiği durumlarda, şirketin menfaatine olacağı inancıyla alınan başarısız kararların sonuçlarından sorumlu tutulmamaları ve ayrıca mahkemelerin şirket yönetimine müdahalelerinin oldukça az olması gerekmektedir. Bu noktada karşımıza çıkan kavram ise “işadamı kararı ilkesidir” (Business Judgment  Rule).

İşadamı kararı ilkesi, ilk olarak, Percy v. Millaudon davası ile 19. yy’da ABD’de ortaya konulmuştur. Alınabilecek ticari kararların rahat ve baskılanmamış bir zihin ile alınabilmesinin ve şirketlerin menfaati gereği işadamlarının riskli kararlar alabilmelerinin önünü açan bu ilke, aynı zamanda mahkemelerin ticari hayata müdahalesinin de önüne geçmektedir. Bu ilkenin uygulanması sonucu mahkemeler yönetim kurulunun/yöneticilerin kararları ile ilgili yerindelik incelemesi yapamaz.

Bilindiği üzere kural olarak sermaye şirketleri olarak bilinen şirket türlerinde şirket ortaklarının sorumluluğu ortaklık payları ile sınırlıdır. Aynı şekilde şirket yönetiminin de sorumluluğu kusurlu davranışlar, özen yükümlülüğün ihlali, gözetim vb. gibi belli başlı durumlarda söz konusu olabilmektedir. Öte yandan ticari hayatın yapısı gereği riskli kararlar almak durumunda kalan ve kimi zaman başarısızlıklara imza atan kimi yöneticiler de yukarıda zikrettiğimiz çeşitli sorumluluk hallerinin doğduğu iddiası ile karşılaşabilmektedir. Bu durum da karar alıcıların riskli kararlara yönelmemesini, başarısızlık korkusu ile kararlar almasını beraberinde getirmektedir. Tahmin edilebileceği üzere bu durumun yarattığı baskı şirketlerin ve Türk ticari hayatının gelişmesini engellemektedir.

Bu duruma çözüm olarak geliştirilen bu kavram ile işadamlarının aldıkları kararlardan dolayı sorumlu tutulmaları zorlaştırılmıştır. İyi tartışılmış, düşünülmüş ve gerektiğinde uzmanlardan bilgi alınmış, danışılmış kararlar riskli olsa da veya başarısızlık getirse de (ve önemli bir şart olarak kararı alanın menfaatine hizmet etmiyorsa) şirket menfaatleri gereği riskli kararlar alınabilir. Bu kararlar bu ilke ile birlikte işadamlarını sorumluluk altına sokan kararlar olmaktan çıkarılmıştır.

İşadamı kararı ilkesi kimi ülkelerde ABD’de olduğu gibi geniş bir şekilde yorumlanırken çeşitli ülkelerde ise daha dar yorumlanmaktadır. Örnek vermek gerekirse, şirket adına gerekli araştırmaları yapıp hisse alan bir yönetici  hisselerin düşmesi sonucu şirketin ciddi zarar görmesiyle kimi ülkelerde bu kararından dolayı sorumlu sayılırken kimi ülkelerde ise gerekli araştırmaları yapmış ise ve kasıtlı bir olumsuz davranışı yok ise işadamı kararı ilkesi gereğince sorumlu tutulmamaktadır.

Ülkemizde ise bu kavram oldukça sınırlı bir biçimde ele alınmaktadır. Türk Ticaret Kanunu’nda doğrudan anılmayan işadamı kararları ilkesine, kanunun 369. maddesinin gerekçesinde atıf yapılmıştır. Ancak yine de bu ilke, Batılı ülkelerde ele alındığı anlam ve yorumuyla ülkemizde ele alınmamaktadır. Bu noktada ülkemizde yöneticiler hakkındaki kusur karinesi, sorumluluk noktasında oldukça sık karşılaşılan ve özellikle iflas durumlarında yargıya taşınan konulardandır.

Ülkemizde, yöneticilerin daha rahat, gerektiğinde ticari kazanç amacıyla riskli kararlar alabilmesi adına işadamı kararı ilkesinin ülkemizde de yürürlüğe konulması ticari hayatımızın gelişmesi adına faydalı olacaktır. Bu noktada TTK hükümlerine eklenecek kavramın, işadamlarının aldıkları başarısız olmuş kararlarda sorumluluklarının doğmasını daha da zorlaştıracağını ifade edebiliriz. Alınan kararlar, usule uygunsa, gereken uzman görüşleri alınmışsa ve herhangi bir yolsuzluk içermiyorsa, risk ne olursa olsun, yöneticilerin rahatça düşünebilmesi ve gerektiğinde risk alabilmesi adına bu ilkenin uygulanarak sonuçlardan sorumlu tutulmamaları gerekmektedir.

Haldun BARIŞ

Yararlanılan Kaynaklar

Prof. Hasan Pulaşlı, Şirketler Hukuku Genel Esaslar,  7. Baskı, Adalet Yayınevi

Dr. Semih Sırrı ÖZDEMİR, İş Adamı Kararı İlkesi Ve Türk Hukukunda Uygulanabilirliği (Busıness Judgment Rule And Its Applıcabılıty In Turkısh Law)

Yrd. Doç. Dr. Mahmut KİZİR, Yargıtay Kararları Işığında Basiretli İşadamı Gibi Hareket Etme Yükümlülüğünün Sözleşmenin Değişen Şartlara Uyarlanmasına Etkisi, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 19, Sayı 2, Yıl 2011

Yrd. Doç. Dr. Sevgi BOZKURT YAŞAR, Anonim Şirketlerde İşadamı Kararı İlkesisinin Uygulanması, BETA, İstanbul, 2015

İNFOGRAFİK: AKARYAKIT BAYİLİK SÖZLEŞMESİ HAZIRLANIRKEN DİKKAT EDİLECEK BAZI HUSUSLAR

Akaryakıt bayilik sözleşmesi hazırlanırken dikkat edilecek pek çok husus bulunmaktadır. Akaryakıt bayilik sözleşmesi, rekabet hukuku, enerji hukuku, ticaret hukuku gibi alanlarda uzman ve tecrübeli kadrolarca titizlikle müzakere edilmeli ve hazırlanmalıdır. Aksi halde ciddi hak kayıpları ve mağduriyetler ortaya çıkabilmektedir.

Seyhan Hukuk Bürosu, hukuk ve tasarımın buluştuğu çalışmaları desteklemektedir. Ofisimizce hazırlanan infografikler; hukuki bilgileri daha anlaşılabilir şekilde ve görsellerle destekleyerek okuyucularımıza ulaştırmayı hedeflemektedir.